Dede Rockefeller 1937 yılında öldüğünde oğlu John D. Rocke. feller. Junior’a büyük bir petrol imparatorluğu bıraktı. Bununla beraber Rockefeller Tıbbi Araştırmalar Enstitüsü (1901), Genel Eğitim Komitesi (1903), Chicago Üniversitesi (1889), Rockefeller Vakfı (1913) Rockefeller çocuklarının okulu Lincoln İlkokulu ve New York’taki Rockefeller Üniversitesi’ni bıraktı.
Aile’nin en dikkat çekici merakı ise genetik hareketiyle yakından ilgilenmeleriydi. “Eugenics” adı verilen program, “ideal” insan özelliklerini geliştirmek, doğum ve nüfusu kontrol etmek için bilimsel olarak genetik seçim uygulanmasını sağlıyordu. Bu fikir Sir Francis Galton’ın yazılarında ortaya çıktı. Onun ölümünden sonra çalışmalar sürdü. İngiliz toplumunun seçkin olmasmın nedeni, seçkin ebeveynlere sahip olması şeklinde açıklandı. Bu da Darwin’in Teorisi: “En kaliteli genin hayatta kalması” teorisini destekliyordu.
19`ncu yüzyılda Amerika’nın otuz eyaletinde uygulanan Euge nics programı ile zihinsel engellilerin ve özürlülerin ortadan kaldı rılmasıyla ilgili kanunlar yürürlüğe konuldu. Sözü edilen 60.000 den fazla özürlü ortadan kaldırıldı. Eugenics çalışmaları bugün bile daha ünlü ve popüler isimlerle devam etmektedir. Bu arada bu prog ramı Naziler de Almanya da uyguladılar. Amaç saf ve ari ırk yaratmaktı. Gerçekte Naziler iktidarları süresince Siyonistlerle çalıştılar. Birbirlerinden görüş alış verişinde de bulundular.(1)
Tanıdığımız en büyük tekelci olan Rockefeller bu büyük rekabetten kurtulmanın da bir yolunu buldu. Klasik problem-tepki-çözüm stratejisini kullanarak önce yarattığı sorunla insanları korkuttu ve ardından önceden hazırlanmış çözümü sundu… Önce doğal tedavilere savaş açacak, ardından büyük ilaç firmalarını kuracaktı.
Parasını çelik endüstrisini tekelleştirmeye yatıran varlıklı arkadaşı Andrew Carnegie’a gitti ve prestijli Carnegie Vakfı’nın ismini kullanarak işe başladı. Vakıftan Abraham Flexner adlı bir adamı, ülkedeki tıp okullarının ve hastanelerin durumunu raporlamak üzere seyahate gönderdiler. Ardından gelen Flexner Raporu kısaca günümüz tıbbına gebeydi diyebiliriz. Tahmin edersiniz ki, bu rapora göre tıbbi kurumların yenilenmesi ve bir merkeze bağlanması gerekiyordu. Flexner Raporu’na dayanarak tıp okullarının yarısından çoğu kapandı. Artık bitkisel ilaçlarla dalga geçiliyor, doğal tedavi yöntemleri şeytani görülüyordu. Hapse atılan doktorlar bile oluyordu.
Hatırlayalım Doksanlı yıllarda Doğum kontrol hapları ve nüfus planlaması yapılarak Hastane ve sağlık ocaklarında halkımıza çözüm diye sunulan ilaçlar vardı. Kimindi bu ilaç firmaları biliyormusunuz? İki binlerin başında hemen salgınlar çıkarıldı. Kuş gribi, domuz gribi, vs der iken ilaç, maske diyerek ilaç mafyası büyük vurgunlar yaptı. Apar topar şehir hastaneleri inşa edildi. Sahi Sağlık bakanımız sessiz sedasız istifa etti. Nedenini bileniniz duyanınız oldu mu?
REFİK SAYDAM HIFZISSIHHA MERKEZİ BAŞKANLIĞINA NE OLDU?
Refik Saydam Hıfzıssıhha Müessesesi 27 Mayıs 1928 tarihinde kurulmuştur. Kurulduğu tarihte geçerli olan 1267 sayılı yasa tasarısı uyarınca Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığına bağlı idi. Kurumun yetki ve sorumlulukları, gelişen ihtiyaçlar karşısında değiştirilerek 4 Ocak 1941’de yeniden belirlenmiştir. Müessesenin ismi 14 Aralık 1983’te “Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezi Başkanlığı” olarak değiştirilmiş ve Sağlık Bakanlığı’na bağlı kuruluş haline getirilmiştir.
663 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Sağlık Bakanlığı ve Bağlı Kuruluşlarının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname’nin 2/11/2011 tarihinde yürürlüğe girmesi ile Türkiye Halk Sağlığı Kurumuna devir olunmuştur. Türkiye Halk Sağlığı Kurumu da, daha sonra T.C. Sağlık Bakanlığı Halk Sağlığı Genel Müdürlüğü olarak isimlendirilmiştir. Bu müdürlük altında Refik Saydam isimli herhangi bir birim artık bulunmamaktadır.
Görevde bulunduğu süre zarfında kurumda gerçekleştirilen çeşitli ilklerden bazıları şunlardır: 1931: Ağız yoluyla uygulanan BCG Aşısı üretimi.
1932: Serum üretiminin ülke ihtiyacını karşılayacak düzeye gelmesi sonucu, dışarıdan serum ithali durduruldu.
1933: Simple Metodu ile kuduz aşısı üretimi.
1934: İstanbul Aşıhanesi’nin enstitü bünyesine nakli ve çiçek aşısı üretimi ülke ihtiyacını karşılayacak düzeye gelmesi.
1942: Tifüs aşısı ve akrep serumu üretimi.
1948: Boğmaca aşısı üretimi. İnfluenza virüsü, New-Castle virüsü ve tavuk vebası üzerine araştırmaların başlaması.
1950: İnfluenza Laboratuvarı’nın Dünya Sağlık Örgütü tarafından Uluslararası Bölgesel İnfluenza Merkezi olarak tanınması, influenza aşısı üretimi.
1958: Frenginin modern yöntemlerle teşhisi.
1965: Kuru çiçek aşısı üretimi.
1970: Fibrinojen, albumin ve gamma globulin üretimi.
1983: Kuru BCG aşısı üretimi.
1987: AIDS Araştırma ve Doğrulama Merkezi’nin açılması.
1992: Kan ürünlerinin viral inaktivasyonu.
İLAÇ ARAŞTIRMASI GELİŞTİRMESİ NE DURUMDA?
Korona virüs salgını başladığında hepimiz bir panik halinde idik. İzole durumda idik. Telefonda görüştüğüm hiç bir sağlıkçı net bir şey söylemiyordu. Aşının içinde ne var ne yok bilmiyoruz diyordular,Trump’un suikastı sonrası küreselcilerin yeni bir salgın çıkarabilecekleri ihtimal dahilindedir. Bundan dolayı tedbir almak elzemdir. Üniversitelerin ilgili bölümleri desteklenmelidir. Refik Saydam Hıfzıssıhha enstitüsü gibi böyle önemli buluşlar yapan bir kurum nasıl işlevsiz hale getirildi? Neden kapatıldı? İnsan düşünmeden edemiyor, ilaç araştırma geliştirme konuları üzerinde tez elden araştırmları arttırmalı…
İlaç müadilleri oluşturulmalı, ilaç mafyasının önü kesilmelidir. Küba’ya kanser tedavisi görmeye gidene kadar Türkiye’de tedavi ortamları oluşturulmalıdır. Bir kutu ilaca servet verilmemelidir. Haksız kazanç sağlayanlara hesabı sorulmalıdır. Kominist Küba bile bu aç gözlülerden daha insaflıdır. Hastaneler darphane olmaktan çıkarılmalı, Halka hizmet veren bir kurum haline gelmelidir. Özel hastanelerin bu kadar yaygınlaşması paran yoksa öl demek değilde nedir?
Gününüz güzel Hızır Nebi ve Ricaül Gayb Erenleri yardımcımız olsun.
Kaynak:David Rockefeller
Bay Ölüm Gıda-İlaç-Silah
Ali Bektan | BİLGE KARINCA YAYINLARI sayfa 24,25